Cevikce / Haber ayrıntısı

Bu durumun sorumlularindanim

1995 seçimlerinde CHP baraji kil payi geçmis ve meclise 49 milletvekili ile girebilmisti
 

Daha önce 1991 seçiminde oyu yüzde 22 olan Sosyal Demokrat Halkçi Parti (SHP) kapanarak CHP’ye katilmasina karsin, alinan bu sonuç elbette basarisizlikti. Kamuoyu bu sonuçlarin faturasini Genel Baskan Deniz Baykal’a çikardi.

1999 seçimlerinde barajin altinda kalip meclise giremeyince de yine kamuoyu CHP’yi degil, Genel Baskani suçladi. O nedenle de istemedigi halde Baykal, yakinlarinin zorlamasi ile ve en kisa sürede geri dönmek amaci ile istifa etti. Istifanin ertesi günü de, iki hafta sonraki kurultaya hazirlanmak için kollari sivadi. Ancak kurultayin havasi uygun olmayinca, geçici olacagi beklentisi ile Altan Öymen’i destekledi. Genel Baskanliga daha isinamadan Öymen’in (politikaya tepeden inme geldigi için örgüt tabani yoktu), gölgesinden kurtulacagini sanarak çagirdigi kurultayda, Baykal amacini elde etti.

Ismail Cem’in yeni partisini dagitarak yanina aldigi Kemal Dervis, Zülfü Livaneli, Bayram Meral ve Yasar Nuri Öztürk gibi güçlü kadrosu ile Baykal, 2002 seçimlerine basbakan olma hedefi ile girdi. O tarihe kadar devlette ve mecliste hiçbir deneyimi olmayan Tayyip Erdogan’a karsi çok daha sansli gözükmesine karsin, ancak yüzde 19 oy alabildi. Kamuoyu o yenilginin nedeni olarak da yine CHP’yi degil Baykal’i gösterdi.

Iki hafta önce 22 Temmuz’daki sonuca gelindiginde, basarisizligin nedeni olarak yine Baykal ama artik CHP ve sol da tartisilmaya baslandi. Bu tartismanin genel olarak su basliklardan olustugu söylenebilir; “Parti halktan bütünüyle kopmustur, devlet ve asker yanlisi bir izlenim vermistir ve son bir yillik söylem ve tutumu ile sosyal demokrat ilke ve hedeflerinden uzaklasmistir”. Ayrica, önemli bir saptama olarak sunun da altini çizmek gerekir; “CHP’nin durumu, Genel Baskan degisimini ve Partiyi asmis ve artik ülkenin öncelikli sorunu haline gelmistir”.

Bu saptama bence de dogrudur. Üstelik yalniz CHP’yi degil, daha genis bir çerçevede Türkiye’de solun gelecegini ve degisim zorunlulugunu irdelenmek gerekir. Bu anlayisla ve aklimin yettigince yazimda, bu konudaki düsünce ve görüslerimin ana hatlarini tartismak istedim...

Siyasal ideolojiler, gerçek durumu (var olan düzeni) degistirmeye yönelik soyut düsünceler ve savlar bütünüdür. Dolayisiyla kimi ideolojiler tarih içinde tutarlilik, uygulama gücü ve olanagi buldukça toplumlari etkilediler. Daha geriye gitmeden denebilir ki, 11 Eylül 2001’den bu yana somutlasmayan politik savlarin, önermelerin artik gerçekçiligi kalmamistir. Elbette özellikle kita Avrupa’sinda etkinligi hâlâ sürmekte olan sosyal demokrat politikalarin, toplumlarin degisiminin en güçlü seçenegi oldugu yadsinamaz.

Türkiye'de 1. ve 2. plan dönemlerinde (Benim de DPT'de çalistigim yillar) “sanayilesme” ülke için birincil hedef idi. Bir anlamda “ekonomik kalkinma”, sanayilesme ile özdesti. Sanayilesmek için her türlü ekonomik, mali ve fiziksel fedakârliga katlanmasi gerekir diye, düsünülüyordu. 1960'larin basinda örnegin turizmi gibi özellikle döviz getirici bazi sektörleri önerenler açiktan kinaniyordu. Sanayilesmenin, gelismis ülkelerde tartisilan, ancak bizde henüz görünmeyen çevre sorunlarini sanki bilerek göz ardi etmeyi çok dogru ve hakli buluyorduk.

1965'den sonra, özellikle Kamu Iktisadi Tesebbüslerinin (KIT) sanayilesmedeki agirligini artirdiklari için "solculukla" suçlanan ve sonra tasfiye edilen planlamacilar (Atilla Karaosmanoglu ve arkadaslari) gitti. Yerlerine Demirel'in kadrolari (Turgut Özal ekibi) geldi. Bu degisimin salt partizanlik oldugu kisa sürede anlasildi. Çünkü liberal-kapitalist görüslerine karsin, sanayilesme konusunda en ciddi yatirimlar, hem de devlet eliyle, 1966-1971 arasi yillarda programlandi, bir kismi ayni dönemde gerçeklesti. Otomotiv, petrol rafinerileri, ilaç ve kimya, alüminyum, demir-çelik ve büyük ölçekli tekstille gibi sektörlerde önemli yatirimlar bu dönemin projeleridir. Süleyman Demirel, sanayilesme konusundaki emekleri için bütün konularin üstünde bir heyecan ve hakli bir övünme duygusu tasir.

Ben, o dönemdeki yazilarimda hep, ekonomik kalkinmanin önemini ve “kalkinma esittir sanayilesme” konusunu isledim durdum. Bana göre Özal'in yanlislari, dogrularindan çok fazladir. Belki de, dogrularinin en basinda, sanayilesme konusundaki kararli politikasi yer alir. Bu belirttigim sanayilesme uygulamasi, 1965-1985 arasi ülkenin harcama ve gelir yapisini da kendi gerçegi paralelinde etkiledi. Yine ayni dönemde dis iliskilerimiz de bu politikaya bagli yön aldi. Özellikle o zamanki Sovyetler Birligi (bu günkü Rusya) ile artan iliskilerde ve Avrupa ve Amerika ile gelisen tartismalarda hep, ekonomik nedenler yönlendirici oldu.

Bütün bunlari, asil üzerinde duracagim konulara hazirlik için animsattim.

Bugün ülkemizin ana sorunlari üç ana baslikta toplaniyor. Digerleri, bunlarla baglantili veya bunlarin sonucudur. Birincisi, bütün ülkeler gibi Türkiye’nin de ekonomik açidan artik dünya ekonomisinin bir parçasi olmasi dolayisiyla, küresellesme gerçeginin yarattigi sorunlar ve olanaklardir. Dünyada hatta evrende, beklentileri asan hizli degisimi sonucu, 2000'lerde karsi karsiya kalinan gelismelerin hemen tüm ekonomik ve sosyal yasami etkisi altina aldigi gerçegini kimse yadsiyamaz. Eskiden, çok uzakta yani sinirlar ötesinde gelisen bir ekonomik olayin, satilan bir malin, artan bir fiyatin, batan bir bankanin sonuçlari artik, Istanbul'dan Gaziantep’e, Zonguldak’tan Iskenderun’a yarim gün içinde etkisini gösteriyor. Tarimdan, teknolojisi en yüksek sanayi dalina kadar ayni seyi görmek olasidir. Her alandaki gelismelerin sadece Türkiye'de degil, agirlikli olarak bati diye adlandirdigimiz kisminda, dünya ile birlikte yasanmakta oldugu somut bir gerçektir. Bu nedenle, dünyada olusan “toplam gelirin paylasimi”, ülkeler arasi yarisin, savasimin, rekabetin ve hatta süren savaslarin ana konusu haline gelmistir. Bu gerçek karsisinda bir ülkeyi yöneten en üst yetkililerin öncelikle sorumlulugu, “dünya gelirinin paylasiminda ülkesine düsen payi” anlamli bir ölçekte artirmak olmalidir. Bir baska deyisle, dünyada her yil artan gelirden Türkiye'nin kendi hakki olan payini alabilmek için gerekli önlem ve öneriyi yaratmak ve uygulamak, ülke yönetiminin halka karsi en önemli sorumlulugudur. Ürettigimiz mal ve hizmetlerin sagladigi gelirin bir kisminin ülke disinda bir yerlere haksiz transferine hiç firsat vermemek gerekir. Kisaca, ülkenin ekonomik yönetimin ilk görevi, uluslararasi ekonomik faaliyetten ülkemizin payinin artirilmasi yani hakkinin alinmasidir.

Ikinci temel konu, özellikle yukarida üzerinde durdugum sanayilesme çabalarinin sonucu ortaya çikan ve son yillarda tehlikeli düzeye ulasan “çevre” sorunlaridir. Çevre konusu tanimlama olarak ülkemiz için, sadece fiziksel çevrenin korunmasi degildir. Özellikleri dolaysi ile gelismekte olan ülkelerde çevre sagligi konusu, yolsuzluklari, kurumsal ahlaksizligi ve hukuksuzlugu da içermelidir. Bu genis tanimi ile çevre sorunu, kamu yönetiminin en temel, ayni zamanda da en zor konusudur. Bu zorluga karsin ülkemizin genç kusaklari bu konunun bilinçli ve güçlü destekçisidir. Ayrica, alinacak her önlem ve çözümün gerektirdigi teknik ve hukuki olanaklar artik yeterince vardir.

Üçüncü ancak en önemlisi de, Türkiye’nin bütün dünya ülkeleri arasinda en kötü durumunda olan “gelir dagilimidir”. Arastirmalarin ve istatistiklerin ortaya koydugu veriler, gerçegin yarisidir. Insanimizin geçmisten beri övünç duyulan bir özelligini iyi bilmek gerekir; Anadolu topraginin dünyada esi olmayan dogal zenginligi sayesinde, daha azi ile yetinmeyi becerebilen halkimiz, sonu belirsiz baskaldirilardan uzak kalma üstünlügünü sürdürebilmektedir. Buna karsin ülkenin yasadigi çok boyutlu siyasal ve sosyal sorunlarin asil nedeninin, son yirmi yilda artarak yasanan gelir dagilimindaki uçurum oldugu bütün kesimlerin ortak yargisidir. Bu nedenle iktidar olmak için halkin önüne çikanlar öncelikle, ulusal gelirin emege ve verimlilige göre daha adil dagilimini saglayacak politikalari bulmak ve uygulama yetisini göstermek durumundadir. Bu zorunluluk, bu amaci inançla benimsemis parti ve önder politikaci ister.

Özetle, bu tartisma isiginda, bir türlü iktidar olamayan solun gelecek dönem, batida oldugu gibi ülkemizde de orta yol siyasetlerden ayrismasini belirleyecek ve halki inandirarak destegini saglayacak üç temel konu bence bunlar olmalidir. Ayrintiya girerek geçmiste oldugu gibi dernekçilik ya da vakifçilik hastaligina kapilmamak gerekir. Genç kusagin degerlendirmelerine öncelik vermek her seyden çok daha önemlidir. Ezberini bozabilen deneyimli politikacilarin, bilim adamlarinin ve her kesimden yürekli bilgili kisilerin katkisi saglanmalidir. Üstelik özellikle ekonomik iliskimizin en yogun oldugu Avrupa’nin çogu ülkesinde sosyal demokratlar ülke yönetimindedirler. Bu da belgeliyor ki, sorunun üstesinden gelme sansi, Türkiye’de de sosyal demokrat bir iktidar açisindan çok daha yüksektir.

Bu düsüncelerimi, elbette sorumlu bir CHP'li olarak sunuyorum. Ancak basinda belirttigim gibi bu konuyu partinin sorunu olarak irdelerken, ondan daha agirlikli olarak ülkemizin ekonomik ve demokratik gelismesi açisindan tartismak, çok daha önem tasimaktadir. CHP açisindan ise, bu tartisma 2009 yerel seçiminden önce bir uzlasmaya varmis olmalidir. Ancak, "ayrilirsam parti ANAP gibi DYP gibi dagilir" diyen Baykal, CHP'nin (kendisi yüzünden) ne denli acil bir sorunla karsi karsiya oldugunu itiraf etmektedir. Ona ve yanindakilere Ismet Inönü'nün hep yineledigi bir sözünü animsatmayi görev sayiyorum: "Sahsimla alakali olsa da, evvela en acil meseleyi halletmeden, baska hiçbir seye katiyen bakmam."

Tarih: 19.09.2007 11:58:58

Okunma : 678

Kategori : Vatan Gazetesi

yorum oku/yaz - Yazdır