Yazdırma tarihi : 16.01.2025

Demokrasi “SADECE SANDIK” değil, AMMA…

Tarih: 7.02.2020 09:27:10


İngiltere'deki Cambridge Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırma
 



, gelişmiş ülkelerde demokrasi konusundaki hoşnutsuzluğun son 25 yılın en yüksek seviyesine ulaştığını ortaya koydu. Türkiye'nin dahil edildiği Ortadoğu bölgesinde ise demokrasi konusundaki hoşnutsuzluğun 2013'ten bu yana artmakta olduğu, 2019'da yüzde 60'a yaklaştığı görülüyor*.

Ben, bu yüzde 60’ın çok daha hızlı arttığını, hatta “sadece sandık” anlayışı ile ülkenin özellikle enflasyon ve işsizlik baskısı altındaki çevre kesiminde Tek Adamlığın zorlanarak içe sindirildiğini gözlüyorum. Şu da bir gerçek, kalan yüzde 40 -biz de-, çoğu zaman görmezlikten geldik. Ya da yüksek sesli tepkilerle, yazarak-çizerek üstümüze düşeni yaptık sandık! Ne acı ki, sanmaya da devam ediyoruz…

Gelin bir kez daha bakalım; Türkiye’de, 1950’den beri iki (27 Mayıs 1960-12 Eylül 1980) silahlı ve iki (12 Mart 1971-28 Şubat 1997) silahsız askerî darbeye karşın, laik demokrasi, övünülebilir bir yol almıştı. Ta ki, AK Saray’da oturan “Reis”, sonunda düzmece olduğu belgelenen Ergenekon suçlamalarıyla devlet vesayetini ve anayasa değişikliği ile adalet dağıtımını eline alana kadar. Osmanlı (aslında Araplaşma) özlemiyle başlayan AK Saray döneminde ise, devlet yönetimi (kadrosu) hızla ve bütünüyle tek merkezin emrine girdi.

Vesayet, özünde “korku” içerir. Ve insanoğlunun toplu yaşamından bu yana “korku”, yönetenlerin (iktidarın) elinde, -siyasi, tinsel ve alt kimlik- eğilimlerini istismarı yoluyla kullandıkları en etkin araç olmuştur. Özellikle 2. Dünya savaşından sonra, temelinde “hak, özgürlük ve eşitlik” olan demokrasiyi, bütün kurum ve kurallarıyla özümseyen ülkeler, korkuya dayalı devlet vesayetini tasfiye edebildiler. Ve demokrasiyi, kurumsal ve örgütsel olarak sindirebildiler ve yerleştirebildiler. Elbette bunun asıl nedeni, ekonomide sanayileşmeyi becermiş ve tam istihdam düzeyine çıkmış olmalarıydı. Son zamanlarda oralarda, medyatik popülizm sayesinde görülen Başkan adı altındaki Tek Adamlar, en fazla iki seçim sonra gideceklerinden, demokratik yaşam açısında kendi ülkeleri için kalıcı bir geri değişim olası değil.

Türkiye’miz de ise, halkın ciddi özverisiyle emekleyen demokrasi, kurum ve kurallarıyla bir türlü kurulamadı. AKP ve Reisi işte o nedenle yani 2000 ekonomik krizi sayesinde 2002 seçiminde yüzde 35 oyla iktidarı ele geçirmişti. Ve arkasından da, özellikle aydın liberal geçinen kesimlerin, “normalleşme”, “demokratik açılım”, “Avrupa Birliği üyeliği” gerekçelerini bilinçli bir şekilde kullanarak, 2010 Anayasa değişikliğine ulaştı. “Devlet vesayetini” eline geçirmesi, hedefe giden yolun bir dönüm noktasıydı. O tarihten sonra “Tek elden ve aile boyu tek başına iktidar”, hızla güçlendi. Artık, eleştiren, doğruları yazan ve söyleyen için yaşam, bedel ödemeyi göze aldırıyor.

Erbakan Hoca’nın 1974’deki CHP-MSP koalisyon hükümetinde görev aldığım için onun milli görüşüne sahip çıkan kadrosunun yakın fotoğrafını çekme olanağını buldum. Prof. Necmettin Erbakan kadar onlar için de, milli görüş davasının, “İslâmî” boyutu elbette çok önemli ve öncelikliydi. Ama insan haklarına ve adalete, ekonomide emeğe saygıya inanmış, ulusalcı bir karaktere sahiptiler.

12 Eylül darbesi sonrası Erbakan Hoca’nın yanında yer alan Bülent Arınç, Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener başta ikinci kuşak takım da, yine öncekiler gibi demokratikleşmeyi önemsediler. Halkın ve ülkenin milli (ulusal) çıkarlarını hep gözettiler. Ancak parti kapatılınca 2002 seçim öncesi başını B. Arınç, A. Gül, A. Şener’in çektiği diğer elliye yakın milletvekili, Erbakan’a rağmen yeni bir parti kurmak için ayrıldılar. O sıra İstanbul belediye başkanlığında elde ettiği güç dolaysıyla milli görüşçü parti tabanının oyunu almada daha şanslı olduğu için R.T. Erdoğan’ı, kurdukları AKP’nin başına getirdiler.

O kadronun öncüsü olan Arınç-Gül ikilisi düşündüler ki, kendileri kadar eğitimli, bilgili ve görgülü olmadığı için partinin başında olsa da, “devlet ve ülke yönetiminde, R.T. Erdoğan, onlarsız bir adım bile atamaz”. 2007 seçim sonuna kadar da umdukları gibi oldu. Yanıldıklarının ilk işaretini, 2007 seçim akşamı görmüş olmalıydılar. Balkon konuşmasında R.T. Erdoğan, seçim sonuçlarını tümüyle “aile boyu bireysel bir başarı” olarak ilan etti. Artık milli görüşten tümüyle uzak, açıkça laik demokratik cumhuriyet karşıtı ve Müslüman Kardeşlere özenen gayri milli bir Arap-İslâmî siyaset önderi havasındaydı. Sonrası 2016 Temmuz kalkışmasında söylediği gibi “ne istediyseler vererek”, F. Gülen’in Hizmet Hareketini arkasına aldı ve AK Saray’dan tek başına ve aile boyu tek elden ülkeyi yöneten “erişilmez gücüne” ulaştı.

Ne var ki, “demokrasi sadece sandıktır” yani “yeter ki sandıktan çık, ötesi senindir” anlayışı ile “ben bilirim ben yaparım” diyerek yoluna(!) devam eden Reis’in önünü, 31 Mart yerel ve 23 Haziran 2019 İstanbul belediye başkanlık seçimi kesti. “İstanbul’u kaybedersek Türkiye’yi kaybederiz” korkusu gerçek oldu. Ondan beri artık, demokrasi diye güç aldığı “sadece sandık”tan da korkar durumda. Tek başına ve tek elden aldığı bütün kararların, kendini de, ülkeyi de her gün daha fazla bilmezliğe ve daha karanlığa götürdüğünü görür gibi, amma! Görülen o ki, şimdi bütün çabası, iki adım geri atıp Bahçeli’ye güvenerek düştüğü yüzde 50+1 tuzağından kurtulmak Akşener’in “iyileştirilmiş parlamenter sistemine” dönerek, yüzde 35-40’larla partili cumhurbaşkanlığını (tek adamlığını) sürdürmek hesabında…

Akşener gibi, o formülle demokrasinin yolunun yeniden açılacağını sananlar, bence yanılıyor. Ama AK Saray belki bir seçim daha sabırları zorlayabilir. Öyle olsa da, Ege’den başlayan, 2019 Haziran’ında İstanbul’dan Anadolu’ya doğru göğün ikinci katına yükselen "Halkın Haykırışı", önünde sonunda Sarayların zirve katına ulaşacaktır.

(*) BBC Türkçe’nin geçen haftaki bir haberinden


Haber NO: 1218

Kategori: BiGazete