O tarihlerde baslayan Washington'un yayilmaciliginin ilk hedefi, dünyada duran ekonomik yasami canlandirmak için basta Avrupa olmak üzere, NATO'ya (Kuzey Atlantik Antlasmasi Örgütü) giren ülkelere "Marshall yardimi"ni baslatmak oldu. Elbette ayni zamanlama ve ayni hirsla, komünizmin patronu Sovyetler de COMECON'u (Ekonomik Yardimlasma Konseyi) güçlendirmek için uydulari olan Dogu Avrupa'daki dostlarina destek olmaya basladilar.
Iki tarafin da asil amaci, gelecekte kendi ekonomik sistemlerini dünyaya egemen kilmakti. Silah yardimi ile birlikte beyin yikama amaci ile kendi kültür ve bilgilerini hem kapitalistler hem de komünistler, her türlü yolla bu ülkelere salma yarisina girdiler.
Böylece Beyoglu sinemalarinda Amerikan filmleri, tiyatrolarda Ingilizceden tercüme oyunlar, gazetelerde New York'tan, Los Angeles'tan gökdelenler ve güzel yildiz fotograflari, dükkânlarda kadinlar için naylon çoraplar, erkekler için naylon gömlekler, ilk görülenler oldu.
Gene Kelly, Fred Astaire, Cyd Chryss'in müzikalleri beni en çok çeken filmlerdi. 1953 yilinda, Amasya'da lise olmadigi için Istanbul'a okumaya, Kabatas Erkek Lisesi'ne gelebilen sansli bir gencin, Yeni Melek Sinemasi'nda "Naylon çoraplar" müzikalini hem de renkli olarak seyretmesinin ne demek oldugunu, bugün kendi kizlarim bile anlayamiyor.
Arkadaslarla o hafta yeni baslayan Ses Operetindeki müzikli oyunu seyretmek için cumartesiyi iple çekerdik. 1960'larda "Go Home Yankee" diye, üniversitelilerin pankart açarak, Dolmabahçe'de kovaladigi Amerikali denizcilerin, Beyoglu'nda Abanoz sokaginda çiçeklerle karsilanip her tarafa dolar saçtiklarini gülerek ama ulusal duygularimiz kirilarak izlerdik. Sonra takvim sayfalari hizla geçti 1960'lar, 1980'ler derken, 21. yüzyila gelindi. Ancak zaman hizla geçerken belki bir kusak degistiren dünya, 50 yila yüzlerce yilda olandan çok daha büyük bir degisimi yasatti.
Dedem Osman Hoca'ya okuldan eve döner, her aksam vapurun dumanini, günesin yükselisini anlatarak dünyanin yuvarlak oldugunu açiklardim. Öldügünde, inandiramadim diye kendimi suçlamistim. Bir arkadasinin sagladigi olanakla gittigi Mekke'den döndügünde baska bir ülke gördükleri için sevinen arkadaslarini suçlayan ögretmen babam, "Ben Samsun'dan baska modern yer göremedim, içimde ukde kaldi, sen sen ol oglum, firsat bulursan sakin doguya dogru gitme, hep batiya git" demisti. 1950'den sonra yasanan bu büyük degisiklik, benim kusagima piyango gibi vurdu: 1969 yazinda Armstrong'un Ay'a ayak basisini televizyonda canli olarak ABD'nin Pittsburgh sehrinde izledim. Herkeslere yasak Moskova'da Kremlin'de Brejnev'i gördüm. Çin'i küresellesmeye açiyor, diye kati Maocu arkadaslarinca alasagi edilen Zao Zi Yang'in Pekin'deki baskanlik sarayinda Ismet Pasa'nin oglu Erdal Inönü ile birlikte konugu olup, çay içtim. Kursuna dizilen halk kahramani Nikolay Çavusesku'nun yazlik sarayinda kimya mühendisi karisi Elena Çavusesku'dan fasizme karsi nasil direndiklerini dinledim. Doktor Barnard Güney Afrika'da ilk kalp naklini yaptiginda, Mandela elinde silah, halkinin kavgasini veriyordu, yillar sonra ülkesinin Devlet Baskani olarak Nobel Baris Ödülü'nü almasina herkes gibi ben de sasirmadim. Bunlarin hepsi siradan birer ani oldu, perdelerin çogu kapandi. |